“AKSA TUFANI” BİR DİRENİŞ MEŞALESİDİR. BU “MEŞALE”, SOYKIRIMCI İSRAİL DEVLETİNE VE EMPERYALİST SALDIRGANLIĞA KARŞI, EZİLEN HALKLARIN MÜCADELE AZMİNİ GÜÇLENDİRİYOR
Örgütlenmiş ve Silahlanmış Bir Halkın Direnişi Zafer Kazanmaya Mahkûmdur
“İsrail’in modern casusluk araçlarına ve en güçlü istihbarat aygıtlarına sahip olduğunu iddia ettiğini biliyoruz, ancak bu aygıtların direnişin pençesi altında çöktüğünü ve direniş savaşçılarının ayakkabıları tarafından çiğnendiğini gördük.”(Marwan Al Abdel)
7 Ekim 2023 Aksa Tufanı birinci yılını oldurdu. 7 Ekim 2023, dünyanın anti emperyalist, anti faşist güçlerini her zaman çok yakından ilgilendirmiş olan Filistin Ulusal Kurtuluş Güçlerinin İsrail Siyonizme karşı mücadelesinde yeni bir evreye işaret etmektedir. Tek bir çatı altında toplanan Filistin Ulusal Kurtuluş Güçleri, yalnızca soykırımcı İsrail devletinin değil aynı zamanda sınırsız bir biçimde ekonomik, siyasal, diplomatik ve askeri desteğine sahip oldukları emperyalistleri de korkuya boğan bir “Tufan” gerçekleştirmiştir. Tel örgülerle, duvarlarla çevrili, Dünyanın en büyük açık hapishanesi olan Gazze’nin 28 noktasından sömürgeci işgallerin sembolü olan “yeni yerleşim” alanlarını da kapsayan bölgelere karadan, paramotorlarla havadan ve denizden giriş yapıldı. Haklı direniş hareketi sarsıcı bir harekât başlattı. İsrail Siyonizmi ve onun hâmisi ABD ve etrafındaki emperyalistler bu gelişmeyi, kapsamlı bir savaşın başlangıcı olarak tanımladı.
7 Ekim’le birlikte yalnızca İsrail soykırımcılığı değil, aynı zamanda emperyalistler büyük bir prestij kaybına uğradılar ve “sarsılmaz güç” efsanesi ciddi bir yara aldı. Dev uluslararası tekellerin, başta ABD olmak üzere emperyalistlerin (İngiltere, Kanada, Fransa, Almanya…) kanadı altında, çok meşhur “Demir Kubbe” ile korunan, dünyanın en güçlü istihbarat ağına sahip, gerici bölge devletlerinin iş birliği ile İsrail devletine “Halk, yalnızca halk tarihin itici gücüdür.” sözü “acı bir ders” verilerek bir kez daha öğretilmiştir. Teknolojik araçlarla savaşı kazanacağını düşünenler tarihin her dönemecinde davası uğruna can vermekten çekinmeyen, örgütlü hareket eden kitleler karşısında büyük yenilgilere uğramışlardır. İsrail devleti, 7 Ekim’de yaşadığı büyük sarsıntının ardından, soykırım da dahil her türlü suçu işleyerek sonuç almaya çalışmasına rağmen hiçbir bir sonuç alamamış, iç dengeleri sarsılmış, ülke içinde büyük bir muhalefet birikmiş, askeri ve teknolojik büyüklük ve yenilmezlik balonu patlamıştır.
İsrail Siyonist devletinin yenilemezlik imajı Aksa Tufanıyla yıkılmış oldu. Oslo Anlaşmaları ile dayatılan teslimiyetin ötesinde Siyonist yayılmacılığın “normalleştiği” ve Filistin davasının “defterinin” artık dürüldüğünün düşünüldüğü noktada yeni bir başlangı oldu. Aksa Tufanı, yerleşik birçok anlayışı yıktığı gibi uzun zamandır kanıksatılmış Filistin hakkındaki statükoyu da parçaladı. Filistin’in yalnızlaşmasını içeren “normalleşme” süreci bitmiş oldu. Halkın deyimiyle, bir kez daha “zor, oyunu bozdu.”
“Bir Halk, Ordusu Olmadan, Hiçbir Şeye Sahip Olamaz.” (Mao Zedung)
Filistin Ulusal Kurtuluş Güçlerinin bu hamlesi, güçlü olan karşısında zayıf ama halka dayanan örgütlü hareketin yenme imkânını göstermiştir. Bu imkân tüm devrimci ve ulusal direnişçi hareketler için öğretici bir derinliğe sahiptir.
İsrail, büyük maddi-askeri desteğe sahip devasa bir askeri ve teknolojik bir güçtür; fakat, sınıflar mücadelesinin görkemli tarihi defalarca ispat etmiştir ki haklı davasında mücadelesinde kararlı olan ve bunun için örgütlenen, ezilen halkla doğru bağlar kurararak onları mücadelenin bir parçası haline getirenler, tüm imkânsızlıklara rağmen kendilerinden çok büyük olanaklara sahip güçleri yenilgiye uğratmışlardır.
Filistin toprakları üzerinde mutlak egemenlik ilan ederek etrafını güvenlik duvarlarıyla çeviren, 6 gün içinde 4 Arap devletini dize getiren ve hâlâ o güçte görülen, bir askerinin karşılığının binlerce Filistinli direnişçi olduğunu gösterecek şekilde esir takaslarına giren, dünyanın her yerinde operasyon yapmaya kabiliyetli, başını ABD’nin çektiği emperyalistlerin politik-askeri-ekonomik desteğine sahip “devasa gücün” çaresizleştiği bir durum yaşanmaktadır. Bu çaresizliği yaratan güç ise onlarca yıldır kuşatma altında olan, dünyadan tecrit edilmiş, temel ihtiyaçlarını dahi tünellerden kaçak şekilde karşılayan, yoksulluğa ve yokluğa mahkûm bir halktır.
Emperyalistler ve uşaklarının devasa olanaklara sahip oldukları bir gerçektir; fakat ezilen ve sömürülen halk kitlelerinin de direniş ve mücadeleyi biriktiren tarihi deneyimleri mevcuttur. Vietnam’da, Amerikan emperyalizmini uyguladığı tüm vahşete rağmen yenilgiye uğratan, hava bombardımanlarına karşı yeraltını tünellerle örerek direniş ve saldırı merkezine dönüştüren Vietnamlı komünistlerin savaş taktiği, bu kez şehir merkezlerinde Filistinli direniş güçlerinin silahına dönüşmüştür. 7 Ekim’de başlayan saldırının şoku atlatıldıktan sonra İsrail’in Gazze’deki direnişi kısa sürede bastıracağı, tünelleri yerle bir edeceği propagandası yapıldı. Peki gerçek böyle mi oldu? Tüm devasa propaganda araçlarıyla yapılan psikolojik savaş çığırtkanlığı ve manipülasyonlara rağmen savaşı belirleyen İsrail devleti ve destekçilerinin yalan ve kendi güçlerini abartan hikâyeleri değil Filistin Direniş Güçlerinin iradesi oldu. Bir yılını dolduran savaşta bu tünellerde örgütlenen savaş İsrail devletini sarsmaya devam etmektedir. İsrail devleti, bir yıla yaklaşan ve küçücük bir alanda süren savaşta bırakalım zafere ulaşmayı Filistin Direniş Güçlerinin elindeki savaş tutsaklarına dahi ulaşamadı.
Aksa Tufanı revizyonist ve reformistlerin barış, demokrasi, silahsızlanma, uzlaşma adı altında, pespaye teorilerini de yerlebir etmiştir. Soykırımcı İsrail devletini ve emperyalist destekçileri durduracak olan Filistinli Direniş Güçlerinin silahlı güçleridir, yani direniş güçlerinin birleşik ordularıdır. 7 Ekim’den günümüze yaşananlar silahlı mücadele dışında tüm seçenekleri devre dışı bırakmıştır.
Emperyalizm ve proleter devrimler çağında burjuvazi her yönüyle gericileşmiş ve “tepeden tırnağa” şiddet aygıtlarıyla donanmıştır. Tam da bu nedenle “İktidarın silah zoruyla ele geçirilmesi, sorunun savaşla çözülmesi, devrimin başlıca görevi ve en yüksek biçimidir. Bu Marksist-Leninist devrim ilkesi gerek Çin gerekse bütün ülkeler için evrensel olarak geçerlidir. Ama ilke aynı kalmakla birlikte onun proletarya partileri tarafından uygulanması değişik koşullara göre değişik biçimler alır”. (Mao Zedung)
Dünyanın hangi coğrafyasında olursa olsun proletarya, ezilen halk ve uluslar, karşı-devrimin “tepeden tırnağa” örgütlenmiş şiddetine karşı ancak devrimin şiddetini örgütleyerek karşı koyabilir, bağımsızlıklarını kazanabilir, politik iktidarı ancak böyle ele geçirebilir. Bu yüzden Mao, “Bir halkın ordusu yoksa hiçbir şeyi yoktur.” demiştir. Proletaryanın en gelişkin savaş teorisi Halk Savaşının teorisini ortaya koyan ve pratikte buna önderlik eden Mao içinde bulunduğumuz çağda devrimin şiddetini örgütlemeden, proletarya ve ezilen halk ve ulusları bu gerçeklik ile eğitmeden, devrimci şiddeti bir ilke olarak benimsemeden politik iktidarın ele geçirilemeyeceğini, ulusal bağımsızlığın kazanılamayacağını enternasyonal proletarya ve ezilen halk ve uluslara öğütlemiştir.
Burjuvazinin gericileşmesini tamamladığı 19. yüzyılın sonlarından itibaren yaşananlar bize somut olarak göstermiştir ki proletarya ve ezilen halk kitleleri ancak ve ancak kendileri de silahlı güçlere sahip olduklarında, silahlı savaşım verdiklerinde egemen sınıflara karşı koyabilmiş, başarılar elde edebilmiş ve dünyanın birçok yerinde politik iktidarlar kurmuşlardır. Burjuvazi elindeki gücü ve iktidarı isteyerek bırakmaz, bunun için ölümüne bir karşı koyuş sergileyecek ve yalnızca kendi gücünü değil aynı zamanda dünyanın diğer burjuvalarının da gücünü kullanacaktır. Dolayısıyla proletarya ve ezilen ulus ve halklar, eğer gerçekten politik iktidarı ele geçirmek, sömürü düzenine son vermek ve ulusal bağımsızlıklarını kazanmak istiyorlarsa direniş ve devrimci şiddeti örgütlemek zorundadırlar.
Soykırımcı İsrail Devleti Emperyalist Saldırganlık ve Sömürgeciliğin Vücut Bulmuş Halidir.
“Eğer israil olmasaydı ABD bir İsrail icat etmek zorunda kalırdı. Bölgedeki çıkarlarını korumak için. İsrail Ortadoğu’da ABD’nin sahip olduğu en büyük güçtür. Dünya bu durumdayken İsrail’in olmadığını hayal et. Kaç savaş gemisi olurdu Akdeniz’de? Kaç asker konuşlandırılırdı Ortadoğuya?” (ABD Başkanı John Beiden).
Siyonist niteliğiyle İsrail daha başından itibaren ve emperyalistlerin bölgedeki temel dayanağı, ileri karakolu olmuştur. İsrail’in varlığı ABD emperyalizmi için Akdeniz’de onlarca savaş gemisinin, Ortadoğu’da onbinlerce askeri gücün konumlanmasına karşılık gelmektedir. İsrail devletinin Siyonist yapısı ırkçılık ve dincilik üzerinden şekillenmiştir. Kendilerini, “Tanrı tarafından vaat edilmiş” toprakları her ne pahasına olursa olsun elde etmekle mükellef “seçilmiş bir ırk” olarak görmüşlerdir.
14 Mayıs 1948 İngiliz mandası sona erdi ve İsrailli yerleşimciler David-Ben Gurion önderliğinde Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Milli Konseyi İsrail devletinin kuruluşunu ilan etti. Bu tarihten itibaren kendi topraklarında yaşayan Filistin halkının bir bölümü bir gecede başka bir devletin hâkimiyeti altında yaşamaya başladı. Bu aynı zamanda Filistinlilerin topraklarını parça parça kaybederek daracık alanlara sıkıştırılması, nihayetinde de tümden o topraklardan çıkarılmasının da başlangıcıydı.
Siyonist İsrail devleti, kuruluşundan bugüne emperyalizmin bölgedeki en manipülatif ve en saldırgan politikalarının bir aracı olarak işlev görmüştür. Emperyalizmden bahsedilmeden Siyonist İsrail devleti tanımı yapılamaz. Siyonist İsrail devleti ABD’dir, İngiltere’dir, Fransa’dır, Almanya’dır, Kanada’dır. O bir devletten öte, emperyalizmin Ortadoğu bölgesine sapladığı “kanlı bir hançer” ve sömürenlerin vahşi uygulamalarını kendisinde somutlaştırmış ve bununla gurur duyan bir kötülük timsalidir. Kuruluşundan itibaren emperyalist saldırganlığın devlet düzeyinde simgesi olmuştur. İsrail soykırımcı bir devlettir. İsrail’in Birleşmiş Milletler tarafından egemen bir devlet olarak tanındığı tarihten önce de katliamlar yaparak kendisine alan açmış, sonrasında da bölge halkını sayısız kez katliamlara uğratarak egemenlik alanını ve topraklarını genişletmiştir. İsrail devleti sınırlarını “sömürge kolonileri” kurarak sürekli genişletmiş ve Filistin halkını topraklarından dışarı atmıştır. Siyonist İsrail devleti, Avrupa merkezli sömürgeciliğin 1400’lü yıllardan bu yana Afrika’dan Asya’ya Amerika kıtasından Avusturalya’ya uzanan soykırımcı saldırganlığın 21. yüzyılda yeniden vücut bulmuş halidir. Yaratılan manipülasyonun aksine, savaşın nedeni Filistinliler değil, İsrail siyonizmi ve emperyalist destekçileridir. Siyonist İsrail devleti, onlarca yıldır Filistin halkına ait toprakları gasbetmek için Filistin halkına karşı sömürgeci bir savaş yürütmektedir.
Katliamlarla ilerleyen soykırım süreci, ABD’nin bölgedeki çıkarlarına hizmet etmektedir. Filistinlilerin bir daha başını kaldıramayacak hale gelmesi onun için de hayati önemdedir. ABD Dışişleri Bakanı Blinken 5 Kasım 2023 tarihinde Ürdün’ün başkenti Amman’da Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Dışişleri Bakanları ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) İcra Komitesi Genel Sekreteri ile yaptığı toplantıdan sonra bu tutumu şu şekilde ifade etti: “Şimdi yapılacak bir ateşkes, Hamas’ın gücünü yeniden toplamasına ve 7 Ekim’de yaptıklarını tekrarlamasına olanak tanıyacaktır.” Bu açıklama Gazze için timsah gözyaşı döken uşakların nezaretinde gerçekleşti. Türkiye dahil İsrail saldırılarının durmasını isteyen, kendi kamuoylarının duyarlılığını demagojilerine alet eden tüm gerici devletlerin efendileri istemedikçe “bir insani ateşkes”e dahi güçlerinin yetmeyeceği bir kez daha görüldü. Filistin davasını en güçlü nutuklarla destekleyen bu ülkelerin görevinin ABD emperyalizmi için Filistin meselesinde sadece “papaz” rolü üstlenmek olduğu net şekilde açığa çıkmıştır. Gazze’ye insani yardımların ulaşmasını sağlayacak güçten yoksun bu ülkelerin Filistin davasına en ufak bir katkıları olamaz. Bunların Filistin’e destek söylemleri, açıklamaları yalandan ibarettir. Gerçek olan ise çıkarları ABD emperyalizmiyle birleşmiş uşaklar olmalarıdır.
Uluslararası Adalet Divanı Yalnızca İsrail Başbakanı Netanyahu’yu Değil İsrail’in Soykırım, Tehcir ve Vahşetine Destek Olan Tüm Devletlerin Yetkililerini İnsanlığa Karşı Suçlardan Yargılamalıdır
Siyonist gericilik prestij kaybına uğradığı ağır darbeden sonra içine düştüğü çıkmazdan kurtuluş için hiçbir insani kural tanımadan tüm dünyanın gözleri önünde, emperyalistlerin ve bölgedeki uşaklarının desteğiyle sivil halka karşı soykırım ve tehcire başvurmuştur. 2,3 milyon Filistinlinin yaşadığı ve sadece 365 kilometrekarelik bir alana sahip Gazze tüm Dünyanın gözü önünde yakılıp yıkılmakta, insansızlaştırmakta ve parçalanmaktadır. Kısacası ABD, Almanya, Fransa ve İngiliz emperyalizminin politik-ekonomik ve askeri desteğini tüm gücüyle arkasına alan Siyonist İsrail Gazze’yi bir mezarlığa çevirmiş durumdadır. Yoğun bombardımanla binaları, okulları, hastaneleri, camileri-kiliseleri, kampları bilinçli şekilde hedef alarak binlerce Filistinliyi katletti, on binlercesini yaraladı. 2,3 milyon nüfuslu Gazze’de bir milyon insan şimdiden yerinden edildi. Gazze, tam anlamıyla insansızlaştırmayı amaçlayan bir saldırı dalgasına maruz kaldı.
200 BM çalışanı ve 169 gazeteci öldrülmüştür. Hastaneler, okullar, camiler, kliseler, yardım konvoyları, mülteci kampları bombalanmıştır. Toplam ölü sayısı 40 binin üzerindedir. Bu soykırım ve vahşet süreci başta ABD olmak üzere Fransa, Almanya, İngiltere, Kanada gibi emperyalist devletlerin Gazze açıklarında demirlemiş donanmalarına ait savaş gemilerinin koruması ve sağladığı destekle gerçekleşmektedir. Emperyalistler bu soykırım ve vahşet sürecinin birinci dereceden sorumlularıdır. Burada emperyalistlerin kolektif sorumluluğu bulunmaktadır. Emperyalistler İsrail devletini, burjuvazinin “uluslararası “ölçütleri”ne göre dahi “insanlığa karşı suç” kapsamına giren tüm suçları işleme meşruiyetiyle donatmıştır. Dolayısıyla, Uluslararası Adalet Divanında yalnızca İsrail devlet başkanı değil tüm bu soykırım sürecine destek veren başta ABD başkanı olmak üzere tüm diğer destekçi devletlerin yetkilileri de insanlığa karşı işlenen suçlardan yargılanmalıdırlar. ABD Kongresinde gerçekleştirdikleri soykırım ve vahşeti anlatan Netanyahu’yu konuşmasının her dakikasında ayakta dakikalarca alkışlayan tüm ABD senato üyelerinin de yargılanması gerektiği gibi.
Emperyalist Sistemin Krizinin Derinleştiği Momentler Emperyalistler Arası Çelişkileri Derinleştirir, Ezilen Ulus ve Halklara Karşı Saldırganlık Savaşlarının Yaygınlaşmasını Zorunlu Kılar
Küresel boyutttaki paylaşım ve hegemonya savaşı boyutlanıp, çeşitlenip şiddetlenirken maskeler düşmekte, herkes kendi sınıfına uygun pozisyon almaktadır. Uluslararası yasaların niteliği ve kime hizmet için oluşturulduğu ortaya çıkmaktadır. Demokrasi, eşitlik burjuvazinin propagandasını yaptığı tüm değerler yerlerde sürüklenmektedir. Başını ABD emperyalizminin çektiği emperyalist koalisyon tarafından desteklenen İsrail’in soykırım ve vahşetine karşı özellikle ABD, Almanya, Fransa gibi “demokrasi ve insan hakları havariliği”ni kimseye bırakmayan devletlerin politikacıları ve güvenlik güçleri Filistin direnişini sahiplenen kitleler karşısında yüzlerindeki “insan hak ve özgürlüklerine saygılı devlet” maskelerini çıkarıp faşist saldırganlara dönüşmeleri de “ışık hızıyla” gerçekleşmiştir.
Dünya, emperyalistler arası çelişkilerin yoğunlaştığı ve bölgesel çatışmaların yaygınlaşarak savaş eğilimiyle çepeçevre sardığı bir girdabın içindedir. Emperyalizm birikim modelinde yaşadığı tıkanmaları, krizleri savaşlarla aşma, ezilen halklara ve uluslara yönelik saldırganlığı daha fazla tırmandırma yolunu izler. Yeni pazarlar elde etme ve pazarlarını korumaya yönelik politik bir yoğunlaşmaya doğru da sürükler. Çürümüş tekelci mali sermaye, dünya pazarları üzerinde dizginsiz hareket ederken savaşlara başvurarak hegemonyasını tesis etmekten geri durmaz. Bu emperyalistler arası çelişkinin yoğunlaşması ve askeri saldırganlık seçeneğinin daha fazla gündemleşmesinin de zeminidir.
Emperyalist sistemin krizinin en belirgin sonuçlarından bir tanesi Ukrayna işgaline götüren süreç ve ardından yaşananlardır. Son yıllarda ABD ve NATO’nun Rusya’yı Doğu Avrupa’da kuşatma siyasetinin yoğunlaştığı bir süreç ve savaş kışkırtıcılığı yaşanmıştır. Bu süreç aynı zamanda, Rus emperyalizminin 1991’den itibaren ana hegamonik güç olarak etkisini aşama aşama kaybetmesi ve ABD emperyalizmi ile AB’nin ekonomik ve siyasi olarak etkinleşmesi süreciyle birlikte ilerlemiştir. Bu kışkırtıcılığın sonucu ise 24 Şubat 2022’de Rus emperyalizminin Ukrayna’yı askeri olarak işgal etmesi olmuştur. 2 yılı geçen süre boyunca NATO’nun Ukrayna’ya yoğun teknik, lojistik ve ekonomik desteğine rağmen Rusya sürekli ilerleme kaydetmiştir. ABD önderliğinde Batılı emperyalistlerin Rusya’ya yönelik ekonomik yaptırımları caydırıcı bir etki yaratmadığı gibi çelişkileri büyüten, yeni gerginlik alanları yaratan, Dünya genelinde Rus emperyalizminin etkisini zayıflatamayan sonuçlar doğurmuştur. Ukrayna’nın Rusya karşısında askeri başarısızlığı ABD ve NATO’yu geri adım atmaya değil, Rus emperyalizmini daha fazla kışkırtmaya iten hamlelere sürüklemiştir. ABD, Ukrayna’ya resmi olarak tanıdığı Rusya toprakları içinde silah kullanma izni tanımış, Ukrayna’nın F-16’larla donatılmasına dair süreç hızlandırılmış, ABD ve NATO silah sanayii Ukrayna’yı beslemeye devam etmiştir.
Dünya üzerindeki benzeri tüm gelişmeler, dünya ölçeğindeki hegemonya ve paylaşım savaşından bağımsız ele alınamaz. Bugün, ekseninde yeniden paylaşımın olduğu ve yeniden saflaşmayı da içeren, niteliği gereği yıllarca sürecek olan, araç ve alan bağlamında çeşitlenerek yaygınlaşmış olan bir savaşa sahne oluyor. Bu savaşta küresel aktörler gibi vekillerinin de kuşatma, alan tutmalarının da rolü var. Mücadele, hem siyasi hem ekonomik hem de askeri ve diplomatik nitelikler taşıyor. Ticaret koridorları oluşturmak da koridorları işlevsiz kılacak manevralar geliştirmek de bu sürecin araçlarındandır. Sadece kaynaklara, zenginliklere vb. göre değil aynı zamanda stratejik öneme göre de bir alan tutma, bir paylaşım söz konusu. ABD merkezli NATO’nun Rusyayı çevreleme politikası, Finlandiya ve Norveç’in NATO’ya dahil edilmesi, Rusya sınırı ülkelere yapılan askeri yığınak, Ukrayna’yı Rus emperyalizminin işgali, Kızıldeniz girişine, Somali’ye, Etiyopya’ya, Tayvan’a yapılan yığınaklar, ABD’nin ve Hint-Pasifik bölgesindeki müttefiklerinin Çin’e karşı askeri kuşatması da bunun ifadesidir.
NATO Genel Sekreteri Stoltenberg “Güçlü caydırıcılık potansiyeline sahip olduğunu dış dünyaya göstermesi gereken ittifakın, nükleer varlıklarını depodan çıkarıp kullanıma hazır hale getirmesi konusunda görüşmeler” yapıldığını belirterek “Nükleer silahlar var olduğu sürece nükleer bir ittifak olarak kalacağız; çünkü Rusya, Çin ve Kuzey Kore’nin nükleer silahlara sahip olduğu, NATO’nun nükleer silahlara sahip olmadığı bir Dünya, daha tehlikeli bir Dünyadır” şeklinde çok net açıklamalarla nükleer silah tehdidini açıkça ifade etti. NATO Sekreteri The Guardian’a verdiği aynı röportajda özellikle Çin’in nükleer yeteneklerinin gelişmesinin yarattığı tehdide özel vurgu yaptı. Ancak NATO’nun esas yoğunluğunu “Nükleer silahlarını Rusya tehdidine karşı güncellemek” olarak tanımladığı görülüyor. Kuşkusuz bu gelişmeler ve söylemler emperyalistler arası savaşın kapıda olduğu yorumuna bizi götürmemeli. Diğer taraftan, savaşların daha fazla başvurulacak seçenek olacağını da görmemiz gerekir.
Bu durum, Orta Doğu ve Kızıldeniz’den Körfez ve Afrika kıtasına, Güneydoğu Asya’ya kadar genişleyen bölgesel çatışmaların artacağına dair bir eğilimin olduğunu göstermektedir. Filistin direnişinin Siyonist İsrail’e yönelik 7 Ekim 2023’deki Aksa Tufanı hamlesi ile Orta Doğu’da zaten var olan çelişkilerin daha fazla derinleştiği bir politik durum söz konusudur. ABD ve Batı emperyalistlerinin tam desteğini alan Siyonist İsrail’in acımasız bir katliamla Gazze’yi yerle bir ederek,insansızlaştırarak ve işgal ederek güvenli bölge haline getirme, Batı Şeria’da gerici yerleşimci siyasetiyle işgali derinleştirme ve parçalanmış Filistin’i daha da parçalamaya odaklandığı bir tablo söz konusudur. Bunun yanında İsrail’in ABD yönlendirmesiyle önceden hesaplanmış bir şekilde İran ile çatışmaları tırmandırmaya çalıştığı görülmektedir. İsrail saldırılarını Lübnan ve Suriye’ye doğru genişleten heveslerini gizlememektedir. Bu eksende ABD ile yoğun bir temas halinde süreci örgütlemektedir. İsrail Savunma Bakanı Gallant’ın 23 Haziran’da ABD’ye yaptığı ziyarette Lübnan Hizbullahı’na yönelik saldırı planları görüşüldü. ABD savaş gemilerinin Akdeniz’de olası bir Hizbullah-İsrail savaşı için konumlandığı görülmektedir. Bu durumun bölgesel çatışmaları tırmandıracak İran’a yeni hamleler için zemin sunacağı açıktır.
Orta Doğu bölgesi barındırdığı doğal kaynakların zenginliği ve stratejik konumu gereği her zaman emperyalistler arası paylaşım mücadelesinin en önemli merkez üslerinden biri olmasını getirmiştir. Dolayısıyla, bu bölgede savaşlar adeta yaşamın doğal bir parçası haline getirilmiştir.
Filistin halkı ile işgalci İsrail devleti arasında yaşanan çatışmalar her dönemde kendi çapını aşan bir etkiye sahip olmuştur. Birbiriyle iç içe geçen, birbirini belirleyen birçok nedenin yanı sıra yukarıda bahsedildiği üzere Ortadoğu’nun dünya enerji kaynakları açısından merkezi öneme sahip olması ve enerji kaynakları üzerinde hâkimiyet kavgası belirleyicidir. Henüz petrol ve doğalgazı önemsizleştirecek bir enerji kaynağı oluşmadığı için dünya üzerinde hâkimiyet kavgasının odak noktalarından biri olmaya devam edecektir.
Çin Sosyal Emperyalizmi son dönemlerde Ortadoğu denklemi içinde kendisine yer edinmeye çalışmaktadır. Geçtiğimiz yıl, İran ve Suudi Arabistan arasındaki sorunlar bağlamında arabuluculuk yaparak önemli bir hamle yapmıştı. Bu süreci Filistinli örgütlerle yaptığı toplantı ile devam ettirmektedir. Bu toplantıya Filistin’in tüm direniş güçlerinin temsilcileri katıldı. Başta El Fetih ve Hamas olmak üzere farklı pozisyonlara sahip Filistinli gruplar, Çin hükümeti aracılığıyla yapılan müzakereler kapsamında aralarındaki husumetlere son vererek bir “ulusal birlik” hükümeti kurma yönünde anlaşma sağladı. “Pekin Diyaloğu” adıyla imzalanan metne göre bu gruplar bir araya gelecek ve geçici uzlaşı hükümeti oluşturacaklar. Bildiriye göre, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) bünyesindeki tüm grupları kapsayan ulusal birliğin sağlanması konusunda mutabık kalındı. Bu gelişme Filistin Ulusal Kurtuluş ve Sömürgecilik Karşıtı Güçlerin İsrail devleti ve arkasındaki destekçilere karşı birlikte mücadelelerini devam ettirmeleri anlamında önemli bir adım olarak görülebilir. Bu da İsrail ve destekçilerini harekete geçirmiş ve İran’da bulunan Hamas Siyasi Büro Şefi İsmael Haniye, İsrail tarafından suikastle öldürülmüştür. Bu suikast ile Filistin Direniş Güçlerinin içinde gücü ve etkinliği ile öne çıkan Hamas özgülünde direniş güçlerinin demoralize edilmesi, İsrail’in gücünün gösterilmesi ve ayrıca da İran’a yönelik bir gözdağı hedeflenmiştir. İsrail İran’ı savaşın doğrudan içine çekerek savaşa ABD’nin çektiği emperyalist güçlerin doğrudan katılmasını amaçlamaktadır. Böylece hem İsrail’in Filistin halkına yönelik soykırım ve işgal süreci daha tali bir nokta olarak kalacak hem de ABD’nin uzun yıllardır hedeflediği İran’a saldırı açısından “meşru bir zemin” yaratılmış olacaktır. Ayrıca İran’ın fiili olarak sürece dahil olması ile Lübnan Hizbullahı, Yemen ve Irak’taki Haşdi Şaabi vb. örgütlerin de savaşın doğrudan bir parçası olmasını getireceği için, bölge daha geniş bir ulusal direniş savaşları alanına dönüşecektir.
7 Ekim saldırısıyla dinamitlenen, ABD’nin kurmaylığında Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Ürdün ve devamında Suudi Arabistan’ı kapsayan İsrail’le normalleşme süreci bugün konuşulamamaktadır. Abraham (İbrahim) anlaşması ile enerji, ticaret yolları ve siyasal normalleşmeyi sağlayarak Filistin’i tümüyle yok edecek planlamalar ciddi bir darbe yemiştir. Bu şekilde ABD bölgede hegemonyasını pekiştirmek, gelişen Çin ve Rus etkisini zayıflatmak istiyordu. Aksa Tufanı tüm bu planları ve yönelimi de alt üst eden yeni denge arayışına tüm gerici güçleri mahkum kılan bir niteliğe sahiptir.
Filistin Direniş Güçlerini HAMAS’la Tanımlamak, Direnişi Darlaştırarak “İslamcılarla Çatışma” Biçiminde Lanse Etmek İsrail Soykırımlarına Kamuoyunda Meşruiyet Kazandırma Çabasıdır
Sınıflar mücadelesinde her güçlü kırılma, çelişkileri belirginleştirerek safları yeniden düzenler. Böylesi tarihsel kırılma anlarında yalnızca emperyalistler ve gerici devletler arasındaki bir saflaşma yaşanmaz aynı zamanda ortaya çıkan durumun değerlendirilmesinde kendisini anti-emperyalist, devrimci ya da savaş karşıtı olarak tanımlayanlar arasında da ideolojik, politik saflaşmalar gerçekleşir. İşin özü, her sınıf kendi sınıfsal çıkarlarının yönlendirdiği bakış açısı çerçevesinde yaşananı değerlendirir ve ona göre pozisyonunu alır. Bu süreçte yaşanan da budur.
Filistin’in ulusal bağımsızlık ve anti işgal mücadelesi tartışılmaz bir haklılık üzerinden gerçekleşmektedir. Bu mücadelede odaklanılması gereken ana nokta budur. Filistin Ulusal Kurtuluş Mücadelesi ve bu mücadelenin önderlikleri bugüne kadar, temel hareket noktaları aynı kalmak üzere çeşitli ideolojik-politik formlarla biçimlenmiştir. İslami referansları olan güçlerin başlangıçta emperyalistlerin sosyalizm karşıtlığı ve ulusal kurtuluş mücadelelerini emperyalistlere bağımlı hale getirmek amacıyla desteklendiği bir olgudur. Bu güçlerin öne çıkmalarında, hatta başat duruma gelmelerinde Filistin Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin Arafat’tan başlayıp Mahmud Abbas ile devam eden önderliklerinin Filistin halkı nezdinde itibar kaybı belirleyici bir etkendir. İsrail yayılmacılığına ve emperyalistlere sürekli taviz veren ve yolsuzluklarla güvenilirliğini yitirenler karşısında İslami referanslı hareketlerin direnişteki ısrarı Filistin halkının sempatisini kazanmıştır.
Filistin ulusunun uğradığı işgal ve bu işgalin sürekli bir biçimde genişletilmesi, buradaki güçlerin değerlendirilmesinde ana çelişkinin tespitini engellememelidir. Burada ana çelişki işgal ve işgal karşıtlığı arasındadır. Bu çelişkinin çözümü Filistin toplumundaki ilerici ve gerici güçler arasındaki çelişkinin çözümüne de temel oluşturacaktır. Şu anda odaklanacağımız nokta Filistin Ulusunun Kendi Kaderini Tayin Hakkı ve işgal karşıtı mücadelesinin haklı ve desteklenmesi gerektiğidir. Filistin Ulusal Kurtuluş Güçlerinin işgal karşıtı ve ulusal bağımsızlık mücadelesinin meşruluğunu HAMAS’ın niteliği gerekçesiyle reddedenler İsrail Siyonizmi’nin işgalini meşrulaştıran, başta ABD emperyalizmi olmak üzere emperyalist ve gerici müttefiklerinin işgal ve saldırganlığına gerekçeler üreten emperyalizmin destekçileridir.
“Buradayız ve FHKC olarak da mücadelenin içindeyiz. Gazze’de çok güçlüyüz, binlerce mensubumuz var. Yüzlerce şehit verdik 7 Ekim’den bu yana. Hamas’tan, İslamcılardan önce biz vardık. 1973 yılında silahlı mücadeleyi yürüten esas güç bizdik…” (FHKC Uluslararası İlişkiler Sorumlusu Maher El Taher)
Filistin Ulusal Kurtuluş Güçlerinin kendi aralarında birlik sağlaması ve İsrail devletine karşı birlikte savaşmaları Filistin Ulusal Kurtuluş mücadelesi açısından oldukça önemli bir gelişme olmuştur. Coğrafi olarak birbirinden koparılmış, siyaseten parçalanmış ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nde (FKÖ) somutlaşmış merkezi liderliğini yitirmiş Filistin’in şimdi bütün parçalarıyla yeniden etkileşim içindedir. Bu birleşmenin birçok kesimi rahatsız ettiği açıktır. Çünkü, birlikte hareketten yoksun bir Filistin her zaman yenilmeye mahkûmdur . İsrail devleti ve destekçileri bu birlikteliği engellemek için ellerinden geleni yapmışlardır. Bu süreçle birlikte, uluslararası alanda özellikle HAMAS’ın ideolojik kimliği öne çıkarılarak Filistin halkının direnişi hakkında kuşkular oluşturulmak istenmiştir. Hatta, Hamas vb. örgütlerin İslami kimliklerinde dolayı gericiliği temsil ettikleri söylenerek İsrail’in soykırım ve vahşetine açıktan ya da dolaylı destek verilmiştir.
Filistin direnişini dini kimlikler arası çatışma gibi tanımlamak gerçeği organize ve bilinçli olarak çarpıtmaktır. Filistin direnişine neden olan gerçeğin karartılmasını hedeflemektedir. İsrail ve destekçileri bu propagandayı sistematik bir biçimde yapmaktadırlar. Bu, emperyalizm destekli İsrail gericiliğinin genel bir ifadeyle söylersek 1948 yılından itibaren devam eden yayılmacı sömürgeciliği ve İsrail siyonizminin 80 yıla yaklaşan soykırımcı pratiğinin üzerini örtmektir. Böylece Filistin direnişini islamcı kimliklere sıkıştırarak bir taraftan kendi kamuoylarını arkalarında hizalamak diğer taraftan da devrimci güçlerin varlığını gözlerden saklamak istemektedirler.
HAMAS ve diğer İslami refaranslı örgütlerin gerici ideolojik yapısı ve Filistin direnişinde bugün oynadığı rol İsrail’in Filistin’i köleleştiren, ulusal boyunduruk altına alan ve ona ağır zulüm uygulayan yaklaşımını ve haksızlığını ortadan kaldırmamaktadır. Bu durum Filistin’in bu boyunduruk altından kurtulma mücadelesinin her türlü biçimini, ideolojik yönlendiriciliği ne olursa olsun politik karakterini de ortadan kaldırmamaktadır. Bu mücadele islamcı karakterde değildir Filistin’in boyunduruktan kurtulması muhtevasına sahiptir. Bu bağlamda, Filistin halkının mücadelesi, her anlamıyla bir Ulusal Kurtuluş Mücadelesidir. “Aksa Tufanı” operasyonunun ve bir bütün olarak Filistin Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin, HAMAS ve benzeri İslamcı örgütlerin tek başlarına içeriğini belirleyemeyeceği bir ulusal özü vardır.
Ezilen, sömürülen ve baskı altında tutulan geniş halk kitlelerinin yaratıcı kudretli gücünden şüphe duyan her türden gericilik, onlara göre imkânsız olan bir şey gerçekleştirildiğinde hayrete düşer, komplo teorilerine sığınır ve nihayetinde ezilen halk kitlelerinin eylemlerini egemen güçlerin şu ya da bu parçasının bir projesi olarak lanse ederler. Çünkü, onlara göre halk kitleleri cahil, güçsüz, kudretsizdir. Egemen güçlerden icazet almadan, onlardan bağımsız hiçbir şeyi gerçekleştiremezler. Egemenlerin tahtlarını sarsmak ezilen halk kitlelerinin haddine değildir! Beyinleri egemen sınıflar tarafından köleleştirilmiş bu kesimlerin çeşitli versiyonları Filistin Ulusal Kurtuluş Güçlerinin eylemleri başladığında koro halinde aynı zırvaları tekrarlamakta tereddüt etmediler. Daha da vahimi Filistin halkı ile benzer şartlarda varlık mücadelesini sürdürenlerin bu gerici tablonun bir parçası olmasıdır. Filistin Ulusal Kurtuluş ve anti-sömürgeci güçlere yönelik gerici propagandada kullanılan argümanların kendileri için de kullanıldığını bilmelerine rağmen, emperyalistlerle ve bölgedeki gerici güçlerle geliştirdikleri taktik ilişki ve çıkar sonucunda ezilen ulusların haklı mücadelesine destek ilkesini tereddütsüz feda etmişlerdir. Diğer taraftan ise emperyalizmle iç içe geçen ilişkilerin ulaştığı boyutu göstermek açısından da ibret vericidir.
Filistin Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin Köklü Bir Mücadele Tarihi Vardır
FHKC yetkilisi Marwan Al Abdal’ın dediği gibi, “Hamas konusunda ise, Hamas-tek başına olsaydı bile bugün sadece kendine has bir program için değil, bir parti veya bir taraf için değil, Filistin halkını savunmak için savaşıyor. Filistinli tüm tarafların karşısında yer alan, tarihsel ve toplumsal düşman ile çatışıyor. İsrail her zaman direnişi şeytanlaştırmak istedi. Egemen sömürücü sınıflar açısından verili egemenlik ve sömürü düzenine karşı ayaklanan her direniş gücü şeytanlaştırılır. Direnen taraf, ister devrimci-komünist ister dini bir yapı olsun veya hangi ideoloji taşıyor olursa olsun, bu taraf direndiği için kınanacak. Sonuç olarak, bir bir ulusal kurtuluş aşamasındayız ve bu da ulusal tek bir cephe içinde herkesin birliğini gerektiriyor. Talep ettiğimiz de budur. Filistinli taraflar arasında uzlaşı ve bölünmeleri bitirmek adına geçmişte konuşulanlar, toplantılar, geniş bir cephenin kurulması ve FKÖ ile ilgili tartışmalar neden yapıldı? Çünkü, işgal altındayız ve birliğe ihtiyacımız var. Bu konuda bir ihtilaf yok. Dolayısıyla birlik unsuru, işgalcinin ulaşmamızı istemediği bir çeşit güçtür. Bölünme projesinin de. Filistin’in güç unsurlarını parçalama hedefli İsrail projesi olduğunu biz de biliyoruz, işgalci de biliyor.
“Biz Filistin Halk Kurtuluş Cephesi- Şehit Abu Ali Mustafa Birlikleri ortak operasyon odası altında savaşıyoruz. Ortak operasyon odası yeni kurulmuş değildir. Önceki savaşlarda kuruldu ve tecrübe, planlama ve uzmanlık biriktirdi. Bu oda yardım ve destek de alıyor, dolayısıyla kendini yetim de hissetmiyor. Öncelikle, askeri eylemlilikte birlikte kurulmuş durumda ve ortak operasyon odası ilk defa kendine güveniyor. Düşmanda şahit olduğumuz gerilemeye neden olan da direnişin bu özgüven unsurudur. Buna ek olarak halkın sahiplendiği bu direniş, bölgede başta emperyalizm ve siyonizm ile olmak üzere bölgedeki ‘normalleşen’ Araplar ile kapsamlı bir mücadele halinde olduğunun farkında. Kimin düşman kimin dost olduğunu gayet iyi biliyor.”
Her şeyden önce Filistin Ulusal Direnişi Filistin halkının bütünlüklü bir direnişidir. Filistin Ulusal Kurtuluş Güçlerinin İsrail saldırganlığı ve sömürgeci yayılmacılığına karşı direnişi 1948’de Filistinlilerin topraklarının gaspedilmesi ve topraklarından çıkarılmalarıyla başladı. Direnişin ilk yıllarında İslami Güçler Filistin silahlı mücadelesinin bir parçası dahi değillerdi. El Fetih, Demokratik Cephe, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi birçok ML’den ve Mao Zedung Düşüncesi’nden etkilenen örgüt kuruluşlarından itibaren, İsrail devletine karşı silahlı mücadeleyi benimsemişlerdi. Filistin ulusal kurtuluş mücadelesi hem ulusal hem de uluslararası düzeyde esas olarak devrimci ve komünistlerin davası olmuştur. İslami güçler 1987 yılında birinci İntifada’nın büyük bir direnişe dönüşmesinden sonra silahlı mücadele kararı aldılar. HAMAS ve İslami Cihad bu süreçlerde ortaya çıkan örgütlerdir. Direnişte İslamcıların öne çıkması El Fetih’in “Oslo Anlaşması” ile şiddete dayalı mücadeleyi sonlandırması ve uzlaşmacı hattının öne çıkmasıyla gerçekleşti.
Aksa Tufanı sadece HAMAS ya da benzeri islami ideolojik formasyona sahip örgütlerin değil Filistinli 14 örgütün bir ulusal direniş cephesi oluşturarak gerçekleştirdikleri bir hamledir ve süreç “Ortak Operasyon Odası” tarafından organize edilmiştir. Bu “Ortak Operasyon Odası” aynı zamanda Filistin direnişi ve devam eden savaşın koordine merkezidir. Bu savaşın koordinasyon merkezinde “Ortak Operasyon Odası”nda yer alan örgütler Hamas’ın silahlı kanadı İzzeddin Kassam Tugayları, İslami Cihad’a başlı Kudüs Tugayları, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FHKC) Ebu Ali Mustafa Tugayları, Mücahidin Tugayları, Nidal El Amuri Taburu, Nasır Selahaddin Tugayları, Filistin Demokratik kurtuluş cephesi’ne (FDKC) bağlı Ulusal Direniş Tugayları, Abdulkadir el Huseyni Tugayları, Şehid Cihad Cibril Tugayları, Şehit Eymen Cude Grupları ve Fırtına Ordusu yer almıştır. 7 Ekim’den bu zamana kadar, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC), Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi (FDKC) ve Nasır Selahaddin Tugayları gibi sol örgütlerin kadro ve savaşçıları şehit düşmüştür. Hâlâ da tüm bu örgütler çatışma sürecinin içerisinde yer almaktadırlar.
Ayrıca Filistinli örgütlerin birlikte hareket etme noktasındaki pratikleri 7 Ekim’den daha önce başlamıştır. El Fetih dışındaki direniş güçleri arasında “Ortak Operasyon Odası” ilk kez 2006 yılında oluşturulmuştur. 2014’teki İsrail’in “Koruyucu Hat Operasyonu”na karşı 12 örgüt birleşmişti. 2018’de ise bu Oda “Filistinli Direniş Grupları Müşterek Odası” adıyla resmileşti. 2007’de Hamas’ın Gazze’den çıkardığı El Fetih’in silahlı kanadı El Aksa Şehitleri Tugayları sözlü desteklerine rağmen bu Odada yer almıyorlar. Odada yer alan Nidal el Amudi taburu, Nasır Selahaddin Tugayları ve Mücahidin Tugayları Oslo anlaşması”nı, silahlara veda etmeyi ve Filistin Yönetimi’nin güvenlik gücüne dönüşmeyi reddedip El Aksa şehitleri Tugaylarından kopmuş El Fetih kadroları tarafından kurulmuştu.
Operasyonun 22. Gününde Filistin’de 5 direniş örgütü (FHKC, FDKC, FHKC-GK, HAMAS ve İslami Cihad) ortak açıklama yapmıştı. Bu ortak açıklamada, oluşturulan ulusal birliğe bağlı kalmanın ve düşmanın halkı bölme veya onun herhangi bir bölümünü tekeline alma girişimlerini reddetmenin, bu kader savaşında birleştirici çabaların ve safları sıklaştırmanın önemine değinilmişti. Bu açıklamada, yaşanan süreçten ABD sorumlu tutulmuş ve mücadelenin amacı şöyle özetlenmişti: “Toprağımızı, halkımızı ve kautsallarımızı savunmak için bu mücadeleyi verirken halkımızın direnme hakkına bağlılığımızı, kurtuluş, geri dönüş, kendi kaderini tayin hakkı ve başkenti Kudüs olan bir Filistin devletinin kurulması için halkımızın bu savaşta zafer kazanacağına olan güvenimizi tazeliyoruz.”
Ulusal bağımsızlık ve sömürgecilik karşıtı hareketlerin ideolojik-sınıfsal niteliği tabii ki önemlidir, fakat sorunun bütünü açısından bakıldığında Filistin’in sömürgeci bir işgal altında tutulmasına karşı direniş ve başkaldırının meşruiyeti esas olandır. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı tartışmasız bir haktır ve Filistin Ulusal Kurtuluş ve Sömürgecilik Karşıtı güçlerin mücadelesi hem öz hem de biçim olarak meşrudur.
Filistin Direniş Güçlerinin Ulusal Kurtuluş ve Sömürgecilik Karşıtı Mücadelesi Proleteryanın Dünya Devrimi Mücadelesinde Müttefikidir
Bağımlı ülkelerin ezilen halkları ve sömürgeler ile emperyalistler arasındaki çelişki, çağımızın öne çıkan çelişkisidir. Emperyalist sistemin genel ve kaçınılmaz krizinin derinleşmesi bu ülkeler ve bu ülkelerin ezilen halkları ile emperyalistler arasındaki çelişkinin şiddetini de artırmaktadır. Bu çelişkinin ezilen halk ve uluslar lehine gerçekleşen çözümü, emperyalist sistemin iç çelişkilerini derinleştirir ve nihayetinde sistemi zayıflatır. Ezilen halk ve ulusların emperyalizme karşı geliştirdikleri mücadele bu anlamda proletaryanın mücadelesine güç katmış olur. Lenin, Stalin ve Mao Zedung tarafından emperyalist sistemi oluşturan çelişkiler sıralanırken emperyalizm ve ezilen halklar ile uluslar arasındaki çelişkinin çağımıza damgasını vuran çelişki olarak öne çıkarılması bu gerçeklik nedeniyledir. Bu aynı zamanda emperyalizme karşı mücadele eden güçlerin emperyalist sistem karşısındaki pozisyonunu da tanımlayan dolayısıyla da proletaryanın müttefiklerini de belirginleştiren bir tanımlamadır. MLM’ler açısından ulusal kurtuluş hareketleri uluslararası komünist hareketin müttefikleridir. Emperyalizme karşı mücadelede bu iki güç birbirini tamamlar. Filistin Ulusal Kurtuluş Mücadelesine de bu perspektiften bakmamız gerekir.
İsrail devleti ile Filistin Ulusal Direnişi arasındaki bu yeni savaş durumu haklı ile haksız arasında sürgit devam eden mücadelenin yeni bir aşamasıdır. Filistin Ulusal Kurtuluş Mücadelesi tarihsel ve politik olarak haklıdır. Siyonist gericilik ve onun dayanağı olan emperyalistler ise haksız taraftır. Bu mücadelede bilinçli proletarya ve ezilen dünya halkları Filistin Ulusal Direnişinin safındadır. Bu savaşın fitilinin yakıldığı saldırıda İsrail Siyonizminin yerleşim yerlerini de içermesi “haklı olanı” değiştirmemektedir. Filistin savunma savaşı içindedir, haklıdır ve savaşı meşrudur. Filistin’in İsrail’e karşı bu savaşımda elde edeceği zafer enternasyonal proletarya tarafından Lenin yoldaşın ifadesiyle “sevgiyle” karşılanacaktır.
Sömürgeleştirme veya yarı sömürgeleştirme emperyalizmin kaçınılmaz eğilimidir. İçinden geçtiğimiz süreç bunun bir kez daha güçlü bir şekilde kanıtlandığı bir süreçtir. Devasa borçların altında olan devletler reel ekonominin kaldıramayacağı miktarda parayla sistemi bugüne kadar taşıdılar. Sistem bir süredir iflas etmiştir. Buna rağmen bağımlı ve özellikle yarı sömürge devletler aracılığıyla varlığını sürdürmektedir. Günümüzdeki bölgesel savaşların yoğunluğu ve sürekliliği, kronikleşmiş enflasyon, artan ve bugün ayrıca genişleyen vergilendirmeler tam da bunun birer parçasıdır. Bunların emperyalizmden, tekelci burjuvazinin iflas etmiş sisteminden bağımsız olmadığı açıktır. Buradan hareketle Ulusların Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkının anti emperyalist mücadelede savunulması gereken bir ilke olduğunu kesinlikle ileri sürmeli ve savunmalıyız. Bu konuda bilincimiz berrak olmalıdır.
Bağımlı ve sömürge ülkelerin halklarının, sömürgeciler ve emperyalistlere karşı mücadele bileşenlerinin sınıfsal bir çeşitlilik arz etmesi, her sınıfın ve tabakanın kendine ait bir bakış açısı ve de oluşturulacak toplumun niteliğine ilişkin farklılıklarının olması nesnel bir gerçekliktir. Bu tür mücadelelerde proleteryanın ideolojik ve politik çizgisinin etkin ya da belirleyici olmaması önemli bir eksikliği ifade etmesine rağmen sorunun niteliğini bütünlüklü olarak değiştirmez.
“Ulusal hareketlerin büyük çoğunluğunun kuşku götürmez, devrimci karakteri ne kadar göreli ve kendine özgü ise belirli bazı ulusal hareketlerin olanaklı gerici niteliği de o ölçüde göreli ve kendine özgüdür. Emperyalist baskı koşulları içinde ulusal hareketlerin devrimci niteliği, harekette kesinkes proleter unsurların varlığını, hareketin devrimci ya da cumhuriyetçi programının varlığını, demokratik bir temelinin varlığını gerektirmez. Afgan emirinin Afganistan’ın bağımsızlığı için savaşımı, emirin ve yandaşlarının kraliyetçi niteliğine karşın, nesnel olarak devrimci bir savaşımdır; çünkü bu savaşım emperyalizmi zayıflatır ve baltalar.” (Stalin)
Proletarya dışında kalan sınıfların anti emperyalizm anlayışları ve anti emperyalist mücadeleleri, emperyalizme karşı öfkeleri ve direnişlerinin sınırlı olması ve tutarsızlıklar içermesi bizim onlarla kurduğumuz ve kuracağımız ilişkiler önünde bir engel olarak görülemez. Bizim bu durumda zorunlu olduğumuz şey, söz konusu tutarsızlıkları aşmak konusunda önderlik misyonunu gerçekleştirmektir. Bunun da AIL’in programında vurgulandığı gibi “proletaryanın dünya görüşünün bu mücadeledeki etkinliğine paralel” olduğu kesindir.
Ulusal bağımsızlık ve sömürgeciliğe başkaldırıyı içeren mücadeleler, Lenin tarafından Emperyalizm ve Proleter Devrimler Çağında Enternasyonal Proleter Hareketin Dünya mücadelesinde proletaryanın müttefik güçleri olarak doğru bir biçimde ortaya konulmuştur. Aynı zamanda, “Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun”un sınıf mücadelesinin somutlandığı bir başka alan olduğu ve emperyalist sisteme karşı mücadelede “birlikteliğin sağlanmasının” zorunlu olduğu netleştirilmiştir. Emperyalist sistemin varlığının ve kendisini devam ettirmesinin dayanak noktalarından bir tanesini “sömürge ve bağımlı ülkelerin” yağmalanarak emperyalist devletlere büyük bir kaynak transferinin gerçekleştirilmesi oluşturmaktadır. Bu bağlamda, enternasyonal proletarya ve bağımlı ve sömürge ülkelerin halklarının düşmanları ortaktır ve bu güçlerin emperyalizme karşı ortak devrimci bir cephesini kurmak bir tercihten öte emperyalizme karşı mücadele etmek açısından zorunluluktur.
“Leninizm, bu açık uygunsuzluğun maskesini düşürmüştür. Beyazı siyahtan, Avrupalıyı Asyalıdan, emperyalizmin “uygar” kölesini “uygar” olmayan kölesinden ayıran duvarı yıkmış ve böylece ulusal sorunu, sömürgeler sorununa bağlamıştır. Böylelikle ulusal sorun, özel bir sorun, devletin bir iç sorunu olmaktan çıkarak, uluslararası genel bir sorun haline, emperyalizmin boyunduruğundan kurtarılması genel sorunu haline gelmiştir… Leninizm tanıtlamıştır ki ve emperyalist savaşla Rus devrimi doğrulamıştır ki, ulusal sorun, ancak, proletarya devrimiyle birlikte ve bu devrimin tabanına dayanılarak çözülebilir. Batıda devrimin zaferinin yolu, sömürgelerin ve bağımlı ülkelerin kurtuluş hareketiyle emperyalizme karşı ittifaktan geçer. Ulusal sorun, proletarya devrimi genel sorununun bir parçasıdır, proletarya diktatörlüğü sorununun bir parçasıdır.” (Stalin)
“Bundan anlaşılabileceği gibi iki çeşit dünya devrimi vardır; bunlardan birincisi burjuva ve kapitalist kategoriye girer. Bu çeşit dünya devrimi çağı çoktan kapanmış, daha 1914’te birinci emperyalist dünya savaşı patladığında ve özellikle 1917’de Ekim Devrimi olunca sona ermiştir. İkinci çeşit dünya devrimi, yani proleter-sosyalist dünya devrimi o zamandan itibaren başladı. Kapitalist ülkelerin proletaryası bu devrimin ana gücü, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin halkları ise müttefikleridirler. Devrime ezilen milletlerin hangi sınıfları, partileri ve bireyleri katılırsa katılsın, meselenin bilincinde olsunlar ya da olmasınlar, emperyalizme karşı olduktan sonra, devrimleri proleter-sosyalist dünya devriminin bir parçası olur, kendileri de müttefikleri olurlar.” (Mao Zedung, Yeni Demokrasi Üzerine)
Burjuvazinin tümden gericileştiği çağımızda ulusal kurtuluş ve sömürgecilik mücadeleleri aynı zamanda Yeni Demokratik Devrim sürecinin bir parçasıdır. Çünkü, çağımızda sömürgecilik ve işgal süreçleri emperyalistlerden bağımsız gerçekleşemez ve dolayısıyla her sömürgecilik ve işgal karşıtı mücadele aynı zamanda objektif olarak emperyalizm karşıtlığını içerir. Sömürgecilik ve işgal karşıtı mücadelenin önderliğinin proleter bir çizgide olması aynı zamanda doğrudan ve tutarlı Yeni Demokratik Devrim sürecinin gelişmesini sağlayacakken, Filistin Direniş Güçlerinin mücadele bileşenlerinin esas olarak işgal karşıtlığı ve sömürge durumunun ortadan kaldırılmasına odaklı olduğu için bu sorunun Direniş Güçleri lehine çözümlenmesi aynı zamanda Yeni demokratik Devrim sürecinin ilerletilmesi açısından da önkoşulları olgunlaştırmış olacaktır.
“Bu çağda, herhangi bir sömürge ve yarı-sömürgede emperyalizme, yani uluslararası burjuvaziye ve uluslararası kapitalizme karşı olan bir devrim artık eski burjuva demokratik devrim dünya devrimi kategorisine girmez, fakat yeni kategoriye girer. Artık eski burjuva ve kapitalist dünya devriminin, proleter-sosyalist dünya devriminin bir parçasıdır. Böyle devrimci sömürge ve yarı-sömürgeler artık karşı-devrimci dünya kapitalist cephesinin müttefikleri sayılmazlar. Onlar, artık dünya sosyalizmi devrimci cephesinin müttefiki olmuşlardır…” (Mao Zedung, Yeni Demokrasi Üzerine)
Filistin Ulusal Kurtuluş Mücadelesi Kazanmaya Mahkumdur
“Lenin’in belirttiği gibi, burjuvaziye karşı proleter iç savaşlar, proletarya diktatörlüğünün burjuva devletlere ve ezilen halkların emperyalizme karşı milli devrimci savaşları kaçınılmazdır ve bunlar devrimci savaşlardır…”. (Komünist Enternasyonal 6. Dünya Kongresi, 1928)
Anti emperyalistler ve dünyanın devrimci güçleri olarak, her şeyden önce savaşların olmadığı bir dünyadan yanayız ve bunun için mücadele ederiz. Fakat, içerisinde yaşadığımız sömürü ve barbarlık düzeni sona ermeden bunun gerçekleşmeyeceğini biliriz. Bu yüzden de “hümanist”, “pasifist” bakış açıları ve sloganlardan kaçınırlar ve gerçek anlamda savaşları yaratan nesnel zemini yok etmeyi savaşları sona erdirmek için bir zorunluluk olarak görürüz. Dolayısyla, savaşların hangi nesnel zemin ve hangi çelişkilerin sonucu gerçekleştiğini ve hangi çelişkileri çözmeyi hedef aldığına bakarak tavrımızı belirleriz.
Savaşsız ve sömürüsüz bir dünya yaratma mücadelesi verenler açısından sorun oldukça açıktır. Savaşları yaratan nesnel zemin yani, sınıflı toplum gerçekliği ortadan kalkmadan savaşlar olacaktır. O halde insanlık sınıfsız toplumu yaratmak için mücadele etmelidir. Bunun için de hiç istemedikleri halde, egemen sınıfların şiddetine karşı işçi sınıfı ve ezilenlerin devrimci karşı şiddetini örgütlemek ve egemen sömürücü sınıf iktidarlarını insanlık tarihinden sonsuza dek ortadan kaldırmak için savaşmak zorundadırlar. Lenin’in dediği gibi: “Ancak biz, tek bir ülkede değil, bütün dünyadaki burjuvaziyi devirir, yener ve ellerinden mallarını alırsak savaşlar imkânsız hale gelir.”
Emperyalist sömürü ve talan sistemi içinde esas olarak iki cephede toplayacağımız savaşlar vardır: Sömürü sisteminin devamına hizmet eden, şu ya da bu sömürücü sınıf/sınıfların yararına olan haksız savaşlar ve öte yanda da ezilen, sömürülen, baskı altında tutulan işçi sınıfı ve ezilen halkların çıkarlarına hizmet eden savaşlar, yani haklı savaşlar. Bizler hem haklı savaşlardan yanayız hem de bizzat bu haklı savaşların bir parçasıyız.
Savaşsız ve sömürüsüz bir dünya yaratma mücadelesi verenler açısından sorun oldukça açıktır. Savaşları yaratan nesnel zemin yani, sınıflı toplum gerçekliği ortadan kalkmadan savaşlar olacaktır. O halde insanlık sınıfsız toplumu yaratmak için mücadele etmelidir. Bunun için de hiç istemedikleri halde, egemen sınıfların şiddetine karşı işçi sınıfı ve ezilenlerin devrimci karşı şiddetini örgütlemek ve egemen sömürücü sınıf iktidarlarını insanlık tarihinden sonsuza dek ortadan kaldırmak için savaşmak zorundadırlar. Lenin’in dediği gibi: “Ancak biz, tek bir ülkede değil, bütün dünyadaki burjuvaziyi devirir, yener ve ellerinden mallarını alırsak savaşlar imkânsız hale gelir.”
Lenin’in ifadesiyle “emperyalizm siyasal gericiliktir.” Tam da bu nedenle, barış içinde, halkların, kadınların, ulusların ve doğanın özgürlüğü için verilecek mücadele, emperyalizme ve faşizme karşı verilecek devrimci bir savaşın bileşeni olarak görülmelidir.
Bir kez daha yinelemek gerekir ki, çağımızda anti emperyalist mücadele aynı zamanda demokratik mücadeleyle sıkı şekilde bağlanmıştır. Dünya ölçeğinde demokrasi ilkeleri ve değerleri burjuvazinin elinde çürümüştür ve demokrasi mücadelesi ve tutarlı demokratizm, anti emperyalist karakterle birleşen bir bütünlüğe kavuşmuştur. Bu durum, tutarlı anti emperyalist karakteriyle proleter demokrasinin değerlerinin, ilkelerinin ve siyasi çizgisinin ezilen halklarla daha fazla bütünleşmesi anlamına gelmektedir.
Anti emperyalizm demokrasi mücadelesinin olmazsa olmaz niteliğidir. Elbette bu demek değildir ki her demokratik mücadele ve hareket tutarlı, sonuna kadar devrimci olmak zorundadır. Bu şu anlama gelir sadece: demokratik her mücadele anti emperyalist nüve içerir ve biz bu türden her nüveyi geliştirmek, bir bütünlüğe kavuşturma dolayısıyla kavramaktan sorumlu olmalıyız.
Lenin’in ifadesiyle “emperyalizm siyasal gericiliktir.” Tam da bu nedenle, barış içinde, halkların, kadınların, ulusların ve doğanın özgürlüğü için verilecek mücadele, emperyalizme ve faşizme karşı verilecek devrimci bir savaşın bileşeni olarak görülmelidir.
Anti emperyalistlerin izleyeceği yol çözümü koşullayan çıkarları kavramaktır. Bu durumda demokrasi mücadelesinin öznesi olan ezilen halkların çıkarlarına yoğunlaşan bir sorumluluktan söz ettiğimiz açıktır. Demokratik hakların kazanılması emperyalizme karşı mücadelenin başarısıyla mümkündür. Anti emperyalist mücadelenin önemi, derinliği, yaygınlığı, zorunluluğu demokrasi mücadelesinin kapsamını belirleyecek değerdedir. Meseleyi uluslararası düzeyde ele almak üzerinde durulması gereken başka önemli bir özelliktir. Son dönemde yaşananlar uluslararası düzeyde anti emperyalist mücadelenin koşulların olgunluğuna işaret ediyor. Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı gasbedilmiş, toprakları işgal edilmiş ulusların varlığı ve mücadeleleri azımsanmayacak bir geniş kitleyi ayağa kaldırmış durumdadır. Dünyanın ilerici kesimleri emperyalizmin yarattığı büyük tahribata karşı büyük bir nefretle ve ısrarla mücadeleye sarılmış durumdalar. Bu mücadeleye yönelik özellikle “gelişmiş demokrasiler”deki tahammülsüzlük bu alandaki çıkar çatışmasının niteliğine dair güçlü bir veridir. Hem mücadele büyük hem de karşı saldırıda belirgin bir tahammülsüzlük söz konusudur. Sorunu yaratanların çıkarları ile sorunun devrimci çözümünden yana olanların çıkarları örneğin Filistin’de zıtlık içindedir.
Filistin halkının tek ve gerçek dostu ise anti siyonist ve anti emperyalist bir ruhla yasaklara, baskılara rağmen sokakları dolduran dünyanın her köşesindeki milyonlarca halk kitleleridir. Filistin’in hesapsızca yanında olan, “terör umacası” ile Filistin’in yalnızlaşmasını ve Siyonizmin katliamını meşrulaştıran gerici egemenliğe karşı her yerde duvarlara “Yaşasın Özgür Filistin” yazılamaları nakşeden, Filistin’e ait simgeleri bayrak yapan halkın bağımsız eylemleridir.
Çok güçlü ve tarihsel değeri büyük bir anti emperyalist mücadele olarak şekillenen Filistin Ulusal Direnişi bugün çok daha yücedir. Bu yüceliği aydınlatan son meşale Aksa Tufanıdır. Aksa Tufanı ile aydınlanan Filistin mücadelesinin yol gösteren özellikleri bugün ışıl ışıldır. Bu özellikler komünistlerin tüm mücadelelerinde defalarca aydınlattıkları, açıkladıkları, birçok kez pratikleştirdikleri özelliklerdir. Bu özellikler nasıl kazanacağımızı öğreten özelliklerdir.
Filistin direnişinin gücü, başarısı, ABD emperyalizminin ve Siyonizmin tüm bölgesel hesaplarının altını oyan niteliği ezilen ulusların ve halk yığınlarının mücadelesinde bir kaldıraç olacak özelliktedir. En üst düzeyde ve tüm egemenlik araçlarıyla örgütlü ve adeta savaş makinası olan emperyalist ve Siyonist gericiliğe karşı zayıf, kuşatılmış, yokluk ve yoksunluk içinde bir ezilen ulusun zora dayalı örgütlü direnişinin başarısı kurtuluş mücadelelerinin referansı olacaktır. Bu direnişin emperyalist hegemonya mücadelesini derinleştirmesi, açık hale getirmesi ve çatışma düzeyine taşıması ise haklı ve devrimci savaşların bu gerici hegemonyaya karşı örgütlenmesi zorunluluğu görevini ortaya çıkaracaktır. Filistin direnişinin büyüklüğü, kararlılığı, kurtuluş için ısrarı tüm bölgesel gerici güçlerin maskesini indirdiği gibi, ezilenlerin mücadele azmini ve bilincini yükseltecektir.
Tüm emperyalizme karşı kazanmaya mahkûm olduğumuz yeni bir sürecin içindeyiz. Emperyalizm iflas etmiş bir ekonomik ve politik sistem olarak tarihin çöplüğüne atılmayı beklemektedir. Halkların bu koca çöplüğü kaldıracak kudretli kolları vardır. Örgütlenmek, silahlanmak, iktidar mücadelelerine çekincesiz girişmek temel görevimizdir. Filistin ulusal direnişi ile tam olarak, hiçbir çekince göstermeden, bununla birlikte onda somutlaşan her devrimci özelliği vurgulayarak, benimseyerek ve savunarak dayanışma içinde olmalıyız. Bu sadece bir dayanışma olmayacaktır. İsrail Siyonizmi’nin hem bölgesel hem de uluslararası alandaki tüm uzantılarına, iş birlikçilerine karşı da bulunduğumuz ülkelerde aktif, açık bir mücadele içinde olmalıyız. İsrail birçok devlet tarafından ve birçok uluslararası tekeller tarafından farklı biçimlerde desteklenmekte ya da beslenmektedir. Anti emperyalistler olarak, yaşadığımız ülkelerde bu işgal ve katliamı destekleyen ve besleme kaynaklarını hedef alan çalışmalar içinde olmalıyız. Bunun için tek dayanağımızın halkların nihai olarak kazanmaya muktedir gücüne inanmak ve bu gücü rehber edinmekle mümkün olacaktır.
Anti emperyalist Lig koordinasyon Komitesi olarak, tüm devrimci, anti-emperyalist, işgal karşıtı güçlerini Filistin Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin desteklemeye, büyük bedellerle yaşanan direnişin bir parçası olmaya çağırıyoruz. Emperyalist sistemin koç başlarından İsrail Siyonizm’ine karşı mazlum ve ezilen Filistin halkının mücadelesini sahiplenmeliyiz, direnişe güç vermeliyiz, dayanışmalarımızı somut eylemlerle göstermeliyiz.
FİLİSTİN ULUSAL KURTULUŞ GÜÇLERİNİN İŞGAL VE SÖMÜRGECİLİK KARŞITI MÜCADELESİ HAKLIDIR, MEŞRUDUR!
EMPERYALİSTLER VE TÜM GERİCİLER KAĞITTAN KAPLANDIR!
YAŞASIN FİLİSTİN ULUSAL KURTULUŞ GÜÇLERİNİN ULUSAL BAĞIMSIZLIK MÜCADELESİ!
YAŞASIN EZİLEN ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI!
KAHROLSUN EMPERYALİZM, KAHROLSUN SİYONİST İSRAİL DEVLETİ!
Antiemperyalist Lig Koordinasyon Komitesi
Ekim 2024